1942’de doğan, “çok fazla kitabın ve sohbetin olmadığı bir evde” büyüyen Helen Garner, The Guardian tarafından “Avustralya’nın yaşayan en büyük yazarı” olarak adlandırılıyor. Gerek kurgu gerek kurgu dışı alanda pek çok eser üreten Garner’ın Türkçeye çevrilmiş üç kitabı var; ‘Çocuklar İçin Bach’ ve ‘Misafir Odası’ adlı romanlarının ardından son çevrilen eseri ‘Benim Katı Yüreğim’ adını taşıyor. ‘Misafir Odası’nı Roza Hakmen, diğer iki kitabı ise Darmin Hadzibegovic çevirdi.
‘Benim Katı Yüreğim’, Garner’ın 14 öyküsünden oluşan bir kitap. Öykülerin geneline baktığımızda, karşımıza bireysel açmazlardan doğan birtakım temaların çıktığını görüyoruz. Bunları en kaba manada iletişimsizlik, melankoli, yalnızlık, kuşak çatışması vs. gibi başlıklara ayırabiliriz.
‘SİZE ETTEN BİR YÜREK VERECEĞİM’
Kitaba ismini veren öyküyle başlayalım: ‘Benim Katı Yüreğim’i özetleyen en iyi cümle Hezikiel’de geçen şu ayettir sanıyorum: “İçinizdeki taştan yüreği çıkaracak, size etten bir yürek vereceğim.”
Öyküdeki bir karakterin ağzından çıkan bu ayet şu yüzden önemlidir: Öyküde, kalben bitmiş, fiziksel olarak da bitmek üzere olan bir evlilikle karşılaşırız. Kadın, buna rağmen olabildiğince rasyonel kalmaya çalışır. Duygularına teslim olup üzülmemek için bilinçsiz bir çaba içine girer. Öyle ki, genç bir kadın evi arayıp kocasını sorduğunda ya da ufak bir kazadan ötürü çocuğunun canı yandığında bile benzer bir tavra bürünür. Bunun üzerine çocuğu, “Canı yanmış birini nasıl avutacağını bilmiyorsun!” diye ona çıkışır. Haklıdır da çünkü kadın kendini de aynı “umursamazlıkla” avutmaya çabalar.
‘Bizim Söylediğimiz Sözler’ adlı öyküyü de bu minvalde değerlendirdiğimizde benzer bir sonuçla karşılaşırız. Burada, ufak bir ev kazasından ötürü parmağını kesen bir kadının, pek adeti olmamasına rağmen bir operaya gittiğini okuruz. Kadın, operada çekici bir adamla karşılaşır ve adam bir yara bandıyla kadının parmağını sarmak istediğinde, kadın, “A, gerek yok, sağ ol! Kendim yapabilirim” der. Ancak şunu da düşünmeden edemez. Bu onun esas söylemek istediği değil, -bütün kadınların yaptığı gibi- söylemesi gereken bir cümledir.
Ancak sonra gardını indirir ve “Yara sarmayı sever misin?” diye sorar. Aslında bu bir soru değil, bir temennidir. Tabii “kadınların söylemeleri gereken sözler” bu kadarına izin verir.
Bu çelişkinin yarattığı duygusal gelgitleri ise ‘Sanat Hayatı’ adlı öyküde apaçık görürüz. Uzun zamandır arkadaş olan orta yaşlı ve yalnız iki kadından biri sohbetin ortasında şöyle der: “Fikirlerimin çılgınca olduğunu düşünmeyecek bir erkek istiyorum. Hiç kimsenin görmediği tarafımı görecek bir erkek istiyorum. Bana bakacak ve beni sevecek bir erkek istiyorum. Bir yetişkin istiyorum.”
Ancak diğeri, “Bizim gibi kadınların böyle erkeği olmaz” der. “Erkekleri bunları yapmaktan alıkoyacak bir şey yaptık biz kendimize. Gerçi bu dediklerini yapacak erkekler de var. Ama öylelerini de biz hor görüyoruz.”
BERABER YENMEMESİ GEREKEN YİYECEKLER
Garner’ın öykülerinin bir diğer önemli tarafı da karakterlerinin genelde ketum olmasıdır. Tabii burada ketumluktan kastettiğim şey, karakterlerin kendilerini iletişime kapamaları değil, bilakis sürekli alakasız meseleler üzerinde konuşmalarıdır.
Örneğin ‘Karanlık, Aydınlık’ adlı öyküde, vaktiyle Amerika’ya gitmiş, orada kendine ayrı bir hayat kurup “toprağından kopmuş” birisi hakkında bir öyküyle karşılaşırız. Birinci çoğul şahıstan yazılan bu öyküde okuduklarımız, yarı dedikoducu, yarı röntgenci bir göz tarafından aktarılır. Kıskançlık ile imrenme iç içedir. Övmek ile yermek de öyle.
Ne var ki anlatıcı, “Amerikalı”nın düğününe gittiğinde gerek kıyafetleri gerek hali tavrı yüzünden kendini rahatsız hisseder. Onunla doğru düzgün konuşamaz bile. Böylece biz de asıl kimin kime yabancılaştığı meselesine dair düşünmeye başlarız.
‘Paris’te’ adlı diğer bir öyküdeyse pazar günü dışarı çıkmak isteyen bir kadınla evde kalmak isteyen bir erkeğin gerilimli bir gününü okuruz. Ancak bu gerilim söze dökülmez; dahası farklı bir konu üzerinden, ne yemeği yapılacağı üzerinden bir tartışma yaşanır. Dolapta sadece balık ve Bürüksel lahanası vardır. Yemeği hazırlamaya kalkan adam bu ikisinin birbiriyle uyumlu yiyecekler olmadığını ama sadece birini yaparsa da doymaya yetmeyeceğini söyler. Kadın ikisinin beraber yenmesinde bir sakınca görmez. Ancak adam yiyeceklerin uyumsuzluğu konusunda çok keskindir.
İkili arasındaki bu tartışma uzar da uzar. Ne bir uzlaşma sağlanır ne de bir çözüm bulmak için alışverişe çıkılır çünkü ikisi de içten içe bilir ki asıl uyumsuz olan şey balıkla lahana değil, kendileridir.
Garner, Batılı ve şehirli bir yazardır. Onun öykülerinde bunun izlerini rahatça görürüz. ‘Benim Katı Yüreğim’, sorunlarıyla yüzleşme cesareti gösteremeyen orta sınıfa mensup pek çok kadının ve erkeğin çatışmalarından ortaya çıkan öyküler sunar bizlere.
Meraklısına duyurulur!