Freud’dan bu yana, hatta daha öncesine dayanan tartışmada, şiddetin ve kötülüğün kökenini dünyaya gelişe bağlayanlar ile bunu reddedenler arasındaki derin mesele hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değil. Başka bir deyişle şiddet ve kötülük eğiliminin doğuştan geldiğini savunanlar ile bunların toplumsal yaşamla kazanıldığını söyleyenler arasındaki kavga devam ediyor.
Psikanalist Arno Gruen, göz önünde bulundurmakla beraber, Freud’un görüşlerini önce eleştirdiği, ardından kendi teziyle çürütmeye giriştiği ‘Normalliğin Deliliği’nde, kötülüğün ve şiddetin temelinde, kişinin öznefretinin ve küçük yaşlarda başlayan benliğe ihanetin yattığını belirtiyor.
‘SIĞLIKLA’ MASKELENMİŞ ÇILGINLIK
Gruen’e göre kişi, güçlülere kendini beğendirmek, onların “onayını” alıp “sevgisini” ve “güvenini” kazanmak için benliğini feda ederek gitgide sahteleşiyor, korkunun dümen suyuna gitmeye başlıyor ve bu durum, bir “gerçeklik” hâlini alıyor. Toplum, buna benzer kişilik örnekleriyle şekillenmeye yüz tutunca Gruen’in “çılgınlık” dediği “uyum”, içinde şiddet ve kötülük yuvalanan “isyan” ortaya çıkıyor. Bağımlılık ve mahkûmiyet barındıran bu tehlikeli duruma dair örnekler sıraladığı çalışmasında yazar, kişinin hem kendisiyle hem de toplumla bozulan ilişkisine yoğunlaşıyor.
Sevgi ve onay arayışının, bazen de doyumsuzluğunun yıkım yaratan ilişki biçimleri yaratabileceğini söyleyen Gruen; bunun bir iktidar-tahakküm bağımlılığına evrilebileceğini, kişinin benliğiyle bağının kopabileceğini hatırlatıyor: “Kendisine boyun eğdiren iktidara eklemlenebilmek için eylemlerinin sorumluluğunu almak yerine, tabi olma ve uzlaşmayı seçer. Kişi, kendi iç benliğiyle olan bağını kaybettiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye yaslanabilir. Büründüğü böylesi bir sureti sürdürebilme ihtiyacı veya belki de mecburiyeti; kişinin kendi algıları, duyguları ve duygudaşlığı için ne varsa zapt eder. Kendi içine kök salamamak yıkıcı ve kötücül davranışlara kapı aralar.”
Gruen kişinin yıkıcılığının, kötülük ve şiddet eğiliminin çoğunlukla “bir sanrıdan ibaret iktidar”a katılma amacıyla kendine karşı ihanetle oluştuğunu, tarihsel ve sosyolojik örneklerle anımsatıyor.
Boyun eğen kişi ve boyun eğdiren iktidar ilişkisinin farklı görünümlerini ortaya koyan Gruen, “görev” ve “itaat” bağlamında “sığlıkla” maskelenmiş deliliğin her an ve her yerde karşımıza çıkabileceğine; sahteliğin, aldatmanın ve hilenin gerçekliğin yerini kolayca alabileceğine dikkat çekiyor. Bir başka deyişle kişinin, yaratma ve sevgi arayışı, güç ve onaylanma uğruna hakikatten koparak kendine göre yarattığı gerçekliğe hapsolma süreciyle yüzleştiriyor bizi. Bu noktadaki tehlikeye dair bir notu var yazarın: “Gerçek dünyada insani değerlerin yitirilmesine tahammül edemeyenler ‘deli’ muamelesi görürken kendilerini insani köklerinden koparanlar ‘normal’ diye nitelendirilir. İktidarı emanet ettiğimiz, hayatlarımıza ve geleceğimize dair karar almalarına izin verdiğimiz kişiler de tam bu insanlardır. Onların gerçeklikle ilişkilerinin doğru olduğuna ve bununla başa çıkabileceğine inanırız. Ancak bir kişinin ‘gerçeklikle bağlantısı’ akıl hastalığını veya sağlığını belirlemekte tek kıstas değildir; umutsuzluk gibi insani duyguların, empati gibi insani algıların ve coşku gibi insani deneyimlerin ne ölçüde mümkün olduğunu veya hangi düzeyde devre dışı bırakıldığını da sormamız gerekir.”
Sevgi, ilgi, güç ve onaylanma isteği ve açlığı kişinin kendini geri plana itmesine, hatta benliğinden gizli ya da açık nefretine dönüştüğünde Gruen’in ifadesiyle “tabi bir var oluş” tetikleniyor: Kişi, bir başkasına teslim olarak ondan kendisi için gereğinden fazlasını yapmasını bekliyor. Bu andan itibaren itaate karşı sorumluluk “iyi olma”, özgürlük ise “itaatsizlik” anlamına gelmeye başlıyor. Saf sevgiden ve duygudan mürekkep ve acının da buna dâhil olduğu özerklik yitip gittiği gibi kişiyi sakatlayan bağımlılık enikonu güçleniyor.
Güçlenen bir başka şey ise yalan; iktidarla ilişkisini tehlikeye sokabilecek her şeyi, hatta benliğini bile reddeden insan, acı çektirmeyi ve nefret kusmayı hem yaşama amacı hem de bir kaçınma refleksi hâline getirebiliyor. Gruen’e göre kişi, “sevgi” ve “ilgi” için diğer insanlar üzerinde kolaylıkla baskı kurunca güler yüzlerin ardında köpüren bir şiddet gizlenebiliyor. Yazar, bu bağlamda III. Reich hayaliyle kendine taraftar toplayan ve sıradan insanları bile birer suç makinesine dönüştüren; onların çaresizliklerine, eksikliklerine ve ikilemlerine oynarken zayıflığı güce çevirip bağımlılığı perdeleyen ve sonunda kişinin ölümü yüceltmesine yol açan Nazilerin tavrını örnek gösteriyor: “Genel olarak korku nedir bilmeyenler, özellikle de ölüm korkusu olmayanlar güçlü kabul edilir. Ölümü yüceltmek ve kendini ona teslim etmek ölümün ‘aşılması’ değil, sadece ölüm korkusunun inkâr edilmesidir. Aynı insanlar, anne babalarının sevgisinin yetersizliğinden duyduğu acıya katlanamayıp iç acılara karşı duyarlılık göstermenin zayıflık olduğu mitini uydurmuştur. Dolayısıyla acıyı ve kederi katlanılmaz buldukları için kendisinden koparanlar, gerçekliğin bozulmuş hâlinin sözcüsüdür ve savunucusudur.”
UYUM KISIRDÖNGÜSÜNDEN DOĞAN KÖTÜLÜK SARMALI
Hakikatle bağı yitirmek kadar, kişinin benliğine yabancılaşması da sahte bir gerçeklik yaratılmasına ve yalanın iktidarına boyun eğilmesine neden oluyor. Empati yoksunluğu ve suç ilişkisi ise bu sürece eşlik ediyor. Daha evvel herhangi bir suça bulaşmamış kişilerin cinayet işlemesi de vicdanı hayli rahat olan katiller de bu sürecin öznesi hâline geliyor. Başka bir deyişle gerçek duygular ölüme yollanırken sahteleri (ya da duygu olmayanlar) o boşluğu dolduruyor: “Ahlaki doğruluk görüntüsünün ardında yıkıcılığı gizleyen sahte duygular dünyasını simgeleyense gerçek duygudaşlığın olmayışıdır. (…) Duygu olmayan duyguları, çeşitli görüntüler altında ortaya koydukları zorbalıkta teşhis ederiz. Uzlaşmacıların dünyası için kendilerini yutan şiddeti azaltmanın niçin mümkün olmadığının nedenleri de burada yatar. Bunun kökenine varabilmek için açık şiddetle örtük uzlaşmacı şiddetin kaynağının aynı olduğunu görmek gerekir.”
Gruen’in bahsettiği şiddet ve kötülük eğilimi, yaşantılar ve engellenmesi güç uyum arzusundan kaynaklanıyor. Buna, hâkimiyet ve denetimin “başarı” olarak tanımlanması da eklenince uyum kısırdöngüsü ve şiddet sarmalı büyük oranda tamamlanıyor.
Yazarın ifadesiyle her türlü ideolojiyle bütünleşebilen uzlaşmacı ve uyumlu kişi için güç, tek istek hâline geliyor. Bir noktadan sonra güç ve iktidar bağımlılığı, delice bir hırsa ve yıkıma kapı aralıyor: “Kendilerini tümüyle ‘gerçekliğe’ adayanların deliliğinin dolaysız ifadesi yıkıcılıktır. Bu bağlantı, sıradan biçimiyle ideoloji maskeleri ardında gizlenir. ‘Gerçekçilerin’ deliliği, insanlar için kaygı duyma perdesi ardında insanî olanın reddidir. Kendilerine insanî bir görünüm vermeyi bilirler ama buna denk düşen duyguları yoktur. İçleri intikam ve öldürme arzusuyla dolu bir cadı kazanıdır; içlerinde canlı bir kendilik yerine sadece boşluk hissederler. Bu boşluktan ve iç kaoslarından kaçabilmek için çevrelerinde yaşamı yıkıma uğratma zorunluluğu hissederler ancak böylelikle canlı olduklarını duyumsayabilirler.”
Gruen, anlattığı soruların çözümü için hayli yalın ama bir o kadar zor bir yola atıf yapıyor: Kişinin bağımsızlığı ve benliğiyle yeniden bağ kurması. Yıkım hırsıyla, kaosla ve boşluklarla yüzleşme umudunun buradan filizlenebileceğini; sahte gerçekliğin ve şiddetin bitmese bile etkisinin azalacağını söylüyor.